Bu yazım çeşitli kaynaklardan bir derlemedir.
Aşkın Koyuncu’nun kaynakçada belirttiğim makalesine göre 1864 yılında kurulan Tuna Vilâyeti, Rusçuk, Varna, Tulça, Vidin, Tırnova, Sofya ve Niş sancaklarından oluşuyordu. Tuna Vilâyeti’nde nüfusun ana bileşenini (Hıristiyan) Bulgarlar ve (Müslüman) Türkler teşkil ediyordu. Niş Sancağı, 1869-1874 yılları arasında Prizren Vilayeti’ne bağlandı. 1876’da Sofya ve Niş sancakları Tuna Vilâyeti’nden ayrılarak Sofya Valiliği kuruldu. 1877’de ise Sofya Sancağı Edirne Vilâyeti’ne, Niş Sancağı da Kosova Vilâyeti’ne bağlandı. Bütün bu değişimlerden sonra nüfusu hesaplamak zor olsa da yazarın hesaplamalarına göre 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’nden önce bölgede en az 1.100.000 dolayında Türk ve Müslüman, 1.700.000 dolayında Gayrimüslim nüfus yaşıyordu.
Nisan 1876’da Batak köyünde başlayarak hızla çevreye yayılan ve Avrupa’da ciddi bir Osmanlı/Türk düşmanlığına zemin teşkil eden Osmanlıların deyimiyle ‘Batak Olayı’, Batılıların deyimiyle ‘Bulgar Dehşeti’nden sonra (çeşitli kaynaklara göre 12 bin ile 30 bin arası Bulgarın öldürüldüğü bu katliamlar dizisi ayrı bir yazı konusu olduğu için detaya girmiyorum) Bulgarlar Avrupa’nın da desteğiyle bağımsızlığa bir adım daha yaklaştılar. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın Osmanlı İmparatorluğu tarafından kaybedilmesinden sonra imzalanan Berlin Antlaşması’yla Bulgaristan’a iç işlerinde bağımsız ‘Prenslik’ statütüsü verildi
Ölüm ve Sürgün kitabının yazarı Justin McCharty’ye göre 1878 sonrasında Türkler şu dört nedenlerle kitlesel olarak öldüler: 1)Gerek savaş meydanlarında, gerekse bağımsızlıkçı Bulgar çeteleriyle Osmanlı (Türk, Çerkes) çeteleri arasındaki çatışmalardaki ölümler (“Çerkesler sadece Bulgar köylerini değil Türk köylerini de talan ediyordu” diyor yazar), 2)(Az olarak) Bulgar ve (esas olarak) Rus birlikleri (Kazaklar) tarafından öldürülmeler, 3)Açlık ve hastalıktan ölümler, 4)Sürgünlerin sığındıkları ülkelerde yaşam koşullarından dolayı ölümleri.
Bu nedenlerin ilk üçünü içeren bir anlatıyı Edirne’deki Britanya Konsolosu Calvert’in İstanbul’daki Britanya Büyükelçisi Layard’a yazdığı şu raporda görebiliyoruz:
“Müslüman köylülerin talaları, evleri, besi hayvanları ve her türlü malları elleinden alınmıştır. Bu süreç her gün, her ay boyunca işletilmiştir. Sonunda köylüler ahırlarda, barakalarda, kulübelerde barınmak zorunda kalmışlar e tam bir yoksulluğa düşürelerek tekrar tekrar uygulanan ve her defasında daha güçlü olan bir soyguna maruz bırakılmışlar, hatta bazen bu zulüm kurbanların derisine kızgın demir yapıştırma vahşetleri uygulanmıştır. (…) Bunu yapan Rus-Bulgar jandarmasının bir subayıdır. Bulgarların baltası, bıçağı, kalın sopası her yerde işlemiş durmuştur. Herhangi bir Hıristiyanın herhangi bir Türk kızına yahut kadınına keyfince saldırıp ırzına geçmekte özgür bulunduğu ve Hıristiyanların kendilerine tanınan bu serbestlikten alabildiğine yararlandıkları kesinlikle gerçektir. (…) Bütün bunlar, yapanların yanına kesinlikle kar kalmaktadır. Şimdiye kadar bir Türke karşı işlenmiş herhangi bir suçtan dolayı bir tek Hıristiyan cezalandırılmış ve bir tek Bulgar bile tutuklanmış değildir, burnu havada diye nitelenmekle kendilerine haksızlık edilmiş olmayacak Rus yöneticiler olan bitene karşı ilgisiz kalmaktadır.”
Ölümlerin dördüncü nedeni olan “sığınmacıların sığındıkları yerlerde karşılaştıkları sorunların neler olduğunu yukarıda linkini verdiğim Çerkes sürgünlerine dair yazıdan öğrenebilirsiniz çünkü o dönemde Türk sığınmacılar Çerkes sürgünlerle aynı koşullara tabi tutulmuşlardı. Burada sadece Justin MacCharty’nin verdiği şu rakamları paylaşacağım. Yazara göre o tarihte Bulgaristan’da 1.230.000 Türk yaşıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun elindeki bölgelere ulaşabilmiş sığınmacıların sayısı 515 bin kişiydi. (Bunların 105 bini Edirne Vilayeti’ne, 60 bini Selanik Vilayeti’ne, 140 bini Kosova ve Manastır Vilayeti’ne, 120 bini İstanbul’a, 90 bini Anadolu ve diğer bölgelere sığınmıştı.) Bulgaristan’da ise 725 bin Müslüman/Türk kalmıştı. Dolayısıyla yazara göre 261 bin Müslüman/Türk öldürülmüştü. Bu rakamlar toplanınca Tuna Vilayeti’nin Müslüman/Türk nüfusu 1.230.000’e ulaşıyor. Yazar bu rakamları hangi kaynağa dayandırdığını da açıklamıyor. Halbuki yazının başında sözünü ettiğim Aşkın Koyuncu’nun rakamlarına göre o tarihte 1.100.000 Müslüman nüfus vardı. Dolayısıyla ölüm sayılarını ihtiyatla ele almakta yarar var.
Balkan Savaşı’nda en az savaşan ordular kadar, belki daha fazla, acıyı ve dramı canına, ırzına ve malına saldırılan, yerinden göçertilen sivil halklar yaşadı. 1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan beri Balkanlar’da Müslüman varlığına son vermek için başvurulan yöntemler tekrarlandı. Osmanlı-Rus Savaşı’nda bu işlevi Kazaklar, Balkan Harbi’nde Bulgar komitacılar, Sırp Çetnikler ve Yunan çeteler gördüler.
93 Harbi’nde “Kazaklar geliyor” sözleri dahi Müslümanları yollara dökmeye yetmişti. Otuz yıl sonra bu canhıraş feryat “Bulgarlar geliyor”a dönüştü. Göçe zorlananların bir kısmı, kısa süre önce Kırım’dan ve Kafkasya’dan kaçıp Osmanlı Rumeli’sine sığınan Tatarlar ve Çerkesler idi. Düzenli ordular harp ederken Bulgar, Sırp, Yunan çeteler cephe gerisindeki köylerdeki, kasabalardaki ve şehirlerdeki Müslüman ahaliyi öldürdüler veya yerlerinden sürdüler. Balkan Harbi’nde Müslüman sivil halka yönelik uygulamaları tenkit eden bir Fransız’a Bulgar muhatabı, “Türk nüfusun ülkede kalma arzusunu kırmak için Makedonya’yı geçici olarak çetelerin egemenliğine bırakmayı tercih ettikleri”ni söylemekte mahzur görmedi. Kaybedilen topraklardaki Yahudiler de Müslümanların yazgısını paylaştılar. Aynı şekilde katledildiler, tecavüze uğradılar ve sürüldüler. Camiler ve havralar aynı şekilde kirletildi ve tahrip edildi. Selânik’e giren Yunan orduları Müslümanlardan çok Yahudi katliamı yaptılar.
Bulgarlar, ele geçirdikleri topraklarda yaşayan, Ekümenik Fener Patrikhanesi’ne veya Ulusal Yunan Kilisesi’ne bağlı olan Ortodoksları Bulgar Eksarhlığı’na geçmeye zorladılar. Kiliseler arasında öğreti ve inanç ilkeleri bağlamında çok az fark vardı. Asıl fark din büyükleri örgütündeydi. Bu nedenle Bulgarların diğer Ortodokslar üzerindeki zorlamaları fazla bir güçlükle karşılaşmadı. Kilise değiştirenlerin başa çıkmaları gereken asıl güçlük, bu değişimle birlikte “yeni bir ulusal kimliği kabullenme” zorunluluğundan doğuyordu.
Bulgarlar Müslüman Türkler ile Slav dili konuşan ve Rodop dağlarında yaşayan Müslüman Pomakları da din değiştirmeye zorladılar. Esasen 1885’de Doğu Rumeli Vilâyeti ile birleştikten sonra Bulgar yönetimleri, Bulgaristan’daki Müslümanların ve özellikle Pomakların “Osmanlı döneminde zorla Müslümanlaştırılmış Bulgarlar” oldukları savıyla yeniden “Hıristiyanlaştırılmaları” ve “Bulgarlaştırılmaları” yönünde hızlı adımlar atmışlardı. Yunanlılar da Bulgarlar gibi Batı Trakya’da Batı Rodoplar bölgesinde yaşayan Pomakların aslında Yunan asıllı olduklarını iddia ettiler. Buna karşılık Osmanlılar Pomakların Kuman Türkleri’nin soyundan geldiklerini ve Türk asıllı oldukları tezini savundular. Bulgaristan, Balkan Harbi sırasında ve sonrasında bu yöndeki çabalarında fazla başarılı olamadı. İstanbul Anlaşması’ndan sonra Pomakların eski Müslüman isimlerini geri almalarına izin verildi.
Bulgarların işgal ettikleri yerlerdeki sivil halka uyguladıkları eylemlerin benzerlerini, paylaşım nedeniyle çıkan 2. Balkan Savaşı’nda müttefik ülkeler birbirlerinin halklarına reva gördüler. Bükreş Anlaşması’ndan sonra ele geçirdikleri Makedonya topraklarında yürürlüğe koydukları denasyonalizasyon politikalarıyla hızlı bir Yunanlaştırma, Sırplaştırma ve kilise değiştirme atağına giriştiler. Direnenlere karşı sert yöntemler uyguladılar. 500 000 kadar Bulgar Bulgaristan’da kalan küçük Doğu Makedonya’ya veya doğrudan Bulgaristan’a göçtü. Birinci Balkan Harbi’nde en fazla göçü İstanbul, İkinci Balkan Harbi’nde ise Bulgaristan aldı.
1870 yenilgisini Prusya’nın eğitim sistemindeki üstünlüğü ile açıklayan Fransız aydınlarına benzer bir şekilde Osmanlı münevverleri de Balkan felâketinin nedenlerini, siyasal ve askeri gerekçelerin yanında, Osmanlı eğitim sisteminin zafiyetinde aradılar. Edhem Nejad, İsmayıl Hakkı (Baltacıoğlu) ve İbrahim Hilmi (Çığıraçan) gibi pek çok öğretmen, eğitimci, yayıncı vb. ‘dünkü tebamız’ olan Balkan devletlerinin nitelikli ve vatanseverlik duygusu aşılayan eğitim sistemini öven yayınlar yaptılar. Bismarck’ın Sedan galibiyetinden sonra söylediği “bu zaferi kazanan Alman öğretmenleridir” sözleri ön plana çıktı. Balkan uluslarının başarıları askeri nedenlerden çok onların eğitim sistemlerinin üstünlüğüne bağlandı.
Eğitimci Satı Bey’in ve Maarif Nâzırı Emrullah Efendi’nin çabalarıyla “dinine bağlı, milliyetini tanır, meşrutiyete ve vatanına sadık” eğitimli ve aydın vatansever çocuklar ve gençler yetiştirmeye, ortak bir Osmanlı kimliği çevresinde entegrasyonu sağlamaya yönelik uygulamalar yürürlüğe konuldu. Tedrisât-ı İbtidâiye Kanun-ı Muvakkati (ilk öğretim geçici kanunu) kabul edildi. Osmanlı tarihi ve coğrafyasının yanında Malumât-ı Medeniye (Yurttaşlık Bilgisi) dersleri müfredat programına dâhil edildi.
Makedonya’yı işgal eden Bulgarların Müslüman-Türk sivil ahaliye uyguladıkları saldırıları ve katliamları duyurabilmek amacıyla, eğitimci Ahmet Cevat Bey’in (Emre) öncülüğünde Satı (el Husri) ve ağabeyi Bedi Nuri, İsmayıl Hakkı (Baltacıoğlu) ve Ahmet Ferit (Tek) 1913 yılı başında İstanbul’da “Balkan Mezâlimi Neşr-i Vesâik Cemiyeti”ni kurdular. Ferit Bey, sahibi olduğu İfhamgazetesinin Cağaloğlu’nda bulunan idarehanesini cemiyetin çalışmalarına tahsis etti. Milli Meşrutiyet Fırkası ve onun yayın organı olan İfham Gazetesi, 1912 Aralık ayında “İstihlâk-i Milli Cemiyeti”nin kuruluşuna da destek vermiş, Sirkeci ve Sultanhamam’da yerli malı tanıtımı yapan otuza yakın mağazanın ve terzilik mekteplerinin açılmasına ön ayak olmuştu.
Darülmuallimin ve darülfünunda eğitim gören gönüllü gençler bu girişime aktif destek verdiler. Cemiyet, görgü tanıklarının anlattıklarını rapor haline getirdikten sonra İstanbul’da yayınlanan gazetelere iletti. Raporlarda, Müslümanlarla birlikte kıyıma uğrayan Yahudi ve Rum ahalinin yaşadıkları da yer alıyordu. Raporların Fransızca tercümeleri, “Les atrocités des coalisés balkanique” (Balkan müttefiklerin katliamları) adı altında, Beyoğlu’nda neşredilen Jeune Turc dergisinde yayınlandı. Raporlar İngilizce’ye ve Macarca’ya da tercüme edildi. Serez (Siroz) Katliamı, Ustrumca- Kavala- Pravişte- Dedeağaç- Pürsıçan- Çalıbaşı- Gümülcine- Doyran- Sarı Şaban- Tikveş- ve Avrethisar Fecayii (faciaları) adıyla 10’dan fazla rapor hazırlandı.
Ahmed Cevat (Emre) ve Neşr-i Vesaik Cemiyeti, Londra Konferansı’nın sonucunun beklendiği günlerde, Balkan Harbi’nde yaşanan fecaatlar, Müslüman ahalinin ve esir Osmanlı askerlerinin maruz kaldıkları kötü muamele ile ilgili yazıları, şiirleri, tercüme yazıları vb. “Kırmızı Siyah Kitap” isimli bir kitapta topladılar. Aynı dönemde başta Balkan Harbi’ni izlemek üzere gelen yabancı harp muhabirler ve Batı’lı ataşemiliterler olmak üzere bölgede bulunan konsolosların, diplomatların, rahiplerin ve rahibelerin Balkan Mezalimi Neşr-i Vesâik Cemiyeti raporları ile paralellik gösteren anıları veya raporları yayınlandı. Ancak Ahmet Cevat Bey’in ifadesine göre Batı kamuoylarının ilgisi yeterince çekilemedi.
Atilla DOGAN